Eğitimin muhatabı insandır. İnsan da hem maddi hem manevi boyutları olan bir varlıktır. İnsan olmaya yönelik bir potansiyel ile dünyaya gelen insan yavrusu, ancak maddi ve manevi boyutlarıyla dengelenmiş bir eğitimle, dengeli bir insan olur. Bu yüzden nasıl bir insanın geleceği aldığı eğitimin bu nitelikleriyle şekilleniyorsa insanların meydana getirdiği toplumun da geleceği, yine insanlara verilen eğitimin nitelikleriyle şekillenir.
İnsanlık tarihinden çıkarabileceğimiz temel bir ders, bir millet için en büyük zenginliğin ne yer altı ne de yeryüzü servetleri olmadığı, hem maddi hem manevi yönleriyle çok iyi yetişmiş insan kaynağı olduğudur. 2.Dünya savaşı sonrası nerdeyse bütünüyle harabe haline gelen Almanya ve Japonya’nın kısa sürede tekrar büyük güç haline gelebilmesi elbette ki bu iyi yetişmiş insan kaynağının eseridir. Bugün ister gelişmiş, ister gelişmemiş ülkelerin eğitim durumlarına bir göz atacak olursak gelişmişliklerinin, aldıkları eğitimin boyutları, nitelik ve niceliği ile doğru orantılı olduğunu görebiliriz.
Öyleyse eğitim, bireyin gelişmesinin ve toplum kalkınmasının, olmazsa olmaz önemde, temelini oluşturmaktadır. Yaşadığımız dünyada toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri, kalkınmalarına ve bu kalkınma da ancak eğitimli insanla gerçekleşebileceğine göre; eğitim, toplumlar için bir ölüm kalım davasından kurtuluşa açılan tek yoldur. Bu yüzden eğitim insanın ve toplumun geleceğine yapılan en önemli yatırım olarak görülmektedir.
Yukarıdaki gerçeklerden hareketle, Türkiye’miz bugün gelişmiş ülkeler kategorisinde yer almadığına göre şimdiye kadar uyguladığımız eğitimimizde bu duruma sebep olan bir kısım eksiklikler, aksaklıklar, yanlışlıklar bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki, nedir bu aksaklıklar, eksiklikler veya yanlışlıklar? Bu sorunun cevabının iyice aydınlığa çıkması için, eğitim tarihimize bir göz atarak anlamaya ihtiyaç vardır.
Eğitim Nedir ?
Eğitim, tarih boyunca insanın dışından içine yapılan amaçlı, sistemli etkiler olarak anlatıla gelmiştir. 20. YY in başlarında bile ünlü bilgin Durkheim, eğitimi, “yetişkinlerin gençler üzerindeki etkisi” şeklinde kabul ediyordu. Elbette ki böyle bir eğitim anlayışı, eğitilenin bizzat kendini gereğince dikkate almadığından, edilgen bir yapı taşıyor ve bu yapının otokratik etkileri toplumlara da yansıyordu.
Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalarla, ayrıca demokrasi düşüncesinin yaygınlaşmaya başlamasıyla, eğitimde asıl etkenin öğrencinin kendisinden gelebileceği fikri ağırlık kazanmağa başladı. Bunun için de öğrenciye kendisinin özelliklerine uygun bir amaç seçtirilmesi ve bu amaca uygun bir eğitim ortamı oluşturması fikri kabul gördü. Böylelikle eğitici sorumluluğuna, eğitilmek istenen birey de ortak edildi. Bu yaklaşımla da eğitime “bireyin içinde oluşan ve bireyi kavrayan bir oluştur” denildi. Bu tanıma biraz daha açıklık kazandırılarak eğitim, kişinin hem kendine hem de topluma yararlı olabilecek biçimde, faaliyet ve yetenekleriyle tam sağlıklı bir kişilik geliştirmesidir şeklinde kabul gören tanımlardan birine varıldı.
Yazar:Fatih Bolelli